27 Aralık 2010 Pazartesi

Güveç



Orta direk evimizi zorla geçindiren ailem, akşam pazarından en ucuz salatalıkları almaya gönderirdi beni hep. Bozulmaya selam duran salatalıkları turşu yapmaktan başka çaremiz olmadığı için, sıvayıp kollarımı basardım onları sirkeli suya. Turşu kokusu sinmiş ellerimi ne kadar yıkarsam yıkayayım, ellerim bir türlü vedalaşamaz, mahallenin üst gelirli sakinleri turşu kokulu çocuk diye arkamdan dalga geçerlerdi. Bu yüzden sonradan kentli mahallemizin çocukları beni aralarına almazlardı. Yalnızlığım yüzünden o yıllarda en yakın arkadaşım üst komşumuz Tekel emeklisi olan Bahri amcanın kapının önüne düzenli olarak attığı eski jurnallerdi.


Bana en az mars kadar uzak olan dış dünyayı Bahri amcanın artıklarından öğrenmeye çalışır, geceleri yatağa yattığımda yorganın altında, kendimi çeşitli hayallerin başrol oyuncusu ilan ederdim. Sanat Güneşimiz bu yılbaşı TRT ekranlarında, Bülent Ersoy Maksim gazinosunda sahne aldı, Hülya Avşar ile Tanju’nun sansasyonel aşkı… Şişman gözlüklü Turgut amcaya ise herkes beyaz yakalıların sendikal haklarını ellerinden aldığı için sinirliydi. Sendikanın ne olduğundan dahi haberim olmayan o yaşlarda, bu tombul şirin görünümlü amca için neden hep kötü şeyler yazdıklarını bir türlü anlamazdım. Zaman içinde okumaya olan düşkünlüğümü fark eden Bahri amca bir gün beni evine davet etti. Eşinin yaptığı elmalı, pudra şekerli kurabiyeleri büyük bir açlıkla mideme indirirken, bana sürekli okulum ve hayallerim hakkında sorular soruyordu. Bir ara gözden kaybolup arka odadan elinde eski bir pikap çalar ile geldiğinde artık iyiden iyiye doymuştum. Hayranlıkla aleti açışını izledim ve çalan müzik içimi titretti, bizim orta direk evimizde böylesi bir lüks görülmemişti. Hiç konuşmadan birlikte Fikret Kızılok’un yasaklanmış bir kırkbeşliğini dinledik. O gün beni kapıdan uğurlarken elime tutuşturduğu kahverengi ahşap müzisyen figürünü halen taşırım.


Sokak kenarında diğer çocuklardan uzak kaldırım kenarında otururken amca oğullarından kalan ağları yıpranmış kadife pantolonumun paçaları neredeyse diz kapak altıma kadar çıkar, ben bunu hiç umursamadan saatlerce cebimden bu müzisyen figürünü çıkartır kendimi onun yerine koyardım. Balkondan beni izleyen Bahri amca vilayet kütüphanesinden benim için Bremen Mızıkacıları’nı almıştı ve sanırım o kitabı en az on defa okumuştum. Hayallerimde ki mandolini almak için bir iki yıl sonra ailemden gizli saklı, sahil kenarındaki Mardin’li ailenin çocukları ile arkadaş olup birlikte midye işine girmiştim. Okuldan çıktıktan sonra koşarak yanlarına gider, bir tepsi midyeyi akşam ezanına kadar satmak için kan ter içinde koşuşturur, eve döndüğümde ise paraları o yılların en büyük mucizevi icadı olan İsveç çakısı ile pamuk yatağımda gizlice kestiğim yere sokuşturup günleri sayardım.


Artık param yeterli miktarda biriktikçe belediye otobüsüyle Kemeraltı’na geçip, müzik aletleri satan dükkanın vitrinini izliyor, hangi mandolini alacağım konusunda karar vermeye çalışıyordum. Gele gide samimi olduğum dükkan sahibi bazen seçtiğim mandolinlerle bana şarkılar çalar, eğer çok keyifli gününde ise sıcak oralet ısmarlardı. Yine böyle bir günde oraletimi içerken, dükkan sahibinden öğrendiğime göre miras yedi babasının yolundan ilerleyen sahil kenarında konakları olan benimle aynı yaşlardaki Melike’ye önce gözüm, sonra kalbim, en sonunda içim çarptı. Bahri amcanın jurnalleri hakkımızda yazsaydılar üçüncü sayfadaki ağır ölümlü kazalar içinde en büyük puntolarla vururdu sanırım matbaa makinesi kağıda.


Melike’de benim gibi müziğe düşkündü ama daha çok Avrupa’da ki pek anlam veremediğim sanatçıları dinler, büyük batı hayranlığı beslerdi. En az benim kadar çok o da dükkana geldiği için zamanla aramızdaki münasebet arttı ve arkadaş olduk. Artık hayallerimi mandolin değil, Melike süslüyordu. Zaman ilerledikçe başka bir şey düşünemez oldum. Sanki Melike güneşti bende geri kalan bütün gezegenler, çok sesli koro gibi dönüp duruyorduk Melike’nin etrafında. Bir gün biriktirdiğim bütün paramla bit pazarındaki ağzında diş kalmamış bir adamdan gösterişli bir künye aldım. Bunu Melike’ye hediye edecek ve ona olan aşkımı anlatacaktım. Gerçi o yıllar pek meşhur olan Yeşilçam filmlerinde sıklıkla gördüğüm gibi, bizim gibi ayrı sınıflarda olan insanların arasında hep adı ağza alınmayacak hüzünler, çileler oluyordu ama ne olursa olsun şansımı denemeden rahat edemeyeceği iyiden iyiye anlamıştım.


O gün ve ondan sonraki üç ay boyunca Melike bir daha dükkana uğramadı. İçimde ki sıkıntı dayanılmaz ölçüye gelince dükkan ahalisinden konaklarının yerini öğrenip oraya kadar gittim. Meğer Melike’nin miras yedi babasının bütün malını kumar masasındaki adamlar yemiş ve daha bir o kadar borç takarak Almanya’ya kaçmışlar. “Bir daha buralara gelmez onlar oğlum, bu adamlar tekin değil dönerlerse ya paralarını alırlar yada canlarını” artık konağın tek sakini olan yaşlı bahçıvan.

Ben üzüntüm içinde sessiz çığlıklar atarak kıvranırken, babamda o sırada benim midye işinde olduğumu ve paraların nasıl heba olduğunu öğrenmiş beni eşek sudan gelene kadar dövmüştü. En sonunda pes ederek aldığım künyeyi verdim ve uzun bir süre sonra ailecek oturduğumuz sofrada, annem seyyar tüpün üstündeki güvecin içinden bana bir tabak dolusu soğanlı yahni doldurdu. Mor gözüm ve sağ yanı şiş dudağımla yemeğimi bitirip odama geçtim. Artık okuya okuya tombul Turgut’un bütün suçlarını anlamıştım ne o ne de bir başkası gözüme şirin görünüyordu bundan sonra.


Böylece Melike’yi, mandolini, müziği, Maksim gazinosunda ki sahneyi ailecek oturup yedik bir güvecin içinde, midenize otursun diye dişimi sıkarak söylendim. Kapattım gözlerimi.

Onur Web Developer

2 yorum:

redrospect dedi ki...

yolun yol değil ğınome. niye sildin eski yazıları?

(alt metin: okuyoruz reyiz)

Onur dedi ki...

Eskilerin turşunu kurdum sakladım, arada bahar temizliği gerekli lakin :)