8 Şubat 2011 Salı

Zararına Satış

Tam ensemin ortasındaydı… Dün akşam kendi karanlığımdan kurtulmak için tosladığım tuğla duvar gibi yanımda; akşamın heyecanından kalma terin kuruduğu, buruşmuş çarşafların üstünde kımıldamadan yatıyordu. Daha yaklaşık sekiz saat önce beni kendine çeken nefesi, işte şimdi burada, benim yatağımda ve ensemin ortasına defalarca patlayan tokat gibiydi. Sağ bacağının bana değen kısmının neden olduğu sıcaklık ve bitmek bilmeyen nefesi. Midem bulanarak yattığım yerden doğruldum. Hızla kalktığımdan olmalı, hayatımı eziyete çeviren vertigom harekete geçerek onu, yatağı, duvardaki tüm tabloları ve hatta duvarları atlı karınca gibi döndürmeye başladı. Ellerimi şakaklarıma dayayarak, dişlerimi sıktım ve duvarlara tutunarak büyük bir zorluk içinde banyoya ulaşır ulaşmaz, tuvalete yetişemeden lavaboya kustum, bütün işkembe çorbasını da boşaltıp mide suyum burnumdan acı acı akmaya başlayana kadar durmadım.

Tam olarak ne zaman insan olmaktan çıkıp, et obur bir bünyeye dönüştüm? Ne kadar daha buna devam edeceğim? En ufak fikrim olmaksızın etrafımda ki bütün bedenleri büyük açlıkla tüketiyordum. Bünyeme rağmen, ölmemek için, düşünmemek için, spor olsun diye, üstünü kapatsın diye ve kusana kadar. En başları zevkliydi aslında ben onları aşağıladıkça, onlar benim egomu şişiriyor ve şiştikçe kendimi çocuk masallarındaki devler kadar büyük hissediyordum. Kusana kadar.

Elimi yüzümü yıkayıp biraz olsun kendime gelince, kızarmış gözlerim ve ben banyodan çıkarak yatak odasına döndük. Çıplak ayaklarım ve altımda lacivert bir boxer vardı. Yatağın kenarında, parke zemin üzerinde duran akşam aceleyle fırlattığım t-shirtümü eğilip alarak hızla üstüme geçirirken, o da yavaşça gözlerini açarak uyanmıştı. Beni gördüğünde yüzünde oluşan en geri zekalı sırıtışı ile kollarını bana doğru uzatarak yatağa gelmemi işaret ediyordu. Tepki vermeden arkamı döndüm ve mutfağa geçtim. Belirli bir süre mutfakta karşılıklı ve neredeyse hiç konuşmadan onun bir şeyler atıştırmasını bekledikten sonra, onu evine götürecek ve beni de ondan ömür boyu kurtaracak olan otobüse kadar bıraktıktan sonra, biraz olsun nefes alabilmek ve kalabalığa karışıp kaybolmak adına hızlı adımlarla çarşıya doğru yürüdüm.

Dün bütün yediklerimi çıkardığımı ve bir süredir de adam akıllı hiçbir şey yemediğimi göz önüne alacak olursanız, oldukça acıkmış bir haldeydim. Dünyanın en boktan şehrindeki aynı boktanlıktaki kafelerden birinde oturup, açılığımla inatlaşarak kendime sütsüz bir kahve söyledim ve cebimden bir sigara çıkartarak yaktım. Sakinleşmem gerekiyordu. Anlamsızca etrafı süzerek kafamı dağıtacak bir şeyler ararken, karşı kaldırımdaki dükkanın vitrinine yapıştırılmış zevksiz renkli kartonların üzerine özensizce yazılmış şeylere gözüm takıldı. “KAPATIYORUZ”… “ZARARINA SATIŞ”… Tıpkı benim gibi biri bana şu kartonlardan getirsin “İFLASIN EŞİĞİNDEYİM”.

Yirmiyedibinyediyüzyirmi saat sonra artık dönüşmeye başladığım şeyden kurtulma ümidim tamamen kaybolmuş şekilde, telefonun rehberini kurcalayarak aklıma yatan ilk numarayı aradım. Olabilecek en neşeli ses tonumla konuşarak akşam için planlar yaptıktan sonra, biraz daha dolaşıp kendimi eve attım. Akşama kadar bir uyku iyi gelebilirdi. Üstümdekileri çıkarmadan yatağın başına gelince tüm sinirimle çarşafları çekerek fırlattım, daha sonra yastığı. En sonunda tüm izlerinden kurtulduğuma kendimi inandırınca, bedenimi külçe gibi yatağa bıraktım, işte o an her şeyden nefret ediyordum. “Kapatıyoruz” diye söylendim kendi kendime ve gülümseyerek uyudum.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Efes Güneşi


Herkes onu Latife olarak tanıyordu. Latife aslen Fransız ana babaya sahip, yüksek öğrenimini tamamlamış doğma büyüme Fransız bir genç kızdı. Ancak talihsizlikler peşini bırakmamış, Latife’nin anacağızı kendinden beş yaş büyük zenginden hallice bir adamla kaçmış, babası da giden eşinin ardından zaten çok parlak olmayan aklı üstündeki kontrolünü hepten kaybetmişti. O sırada mektebin son yılını zorla tamamlamayı başaran Latife, babasının son kalan paraları da tükenince hepten beş parasız kalmıştı. Vaktiyle şanslı azınlıktan olup okumak için ecnebi diyarlara gelen samimi bir Türk arkadaşı ona Türkiye’ye taşınmasını teklif etmişti. Latife kıvrak zekalı bir kızdı, hızla Türkçeyi öğrenip mütercimlik yapabilir, hem de hava değişimi artık hepten bitki haline dönmüş dertli babasına bir nebze olsun iyi gelebilirdi.


Böylelikle taşındı Latife ve saksıda ki babası deniz kenarı kentine. Gerçi ne kadar deniz kenarı olsa da Latife’ler kentin denize en uzak mahallelerinden birinde oturma şansına erişebilmiş yegane şanslı beş parasızgiller arasına katılmayı başarmışlardı. Ecnebi kültürünü almış, okumuş bir kız olan Latife’nin alışkanlığından gelen rahatlığı ve giyimi hızla tepkileri üzerine çekmiş, mahallenin kötü kadını olup çıkıvermişti meydana. Evlerinin önüne taburelerini çeken sarkık memeli, bakımsız, koca göbekli koca karılar sürekli kızcağızın ardından çekiştirir, birbirinden edepsiz hikayelerin içinde adını geçirirlerdi. Hatta bir keresinde kıskançlığı ile yedi mahalle öteye ün salmış çatlak Müjgan, kocasından yadigar dört gürbüz oğlunu leğene sıçtırmış sonrada gidip bokları Latife’nin kapısına sürerek “orospu” diye yazmıştı. Tabi o gece vakti bunla uğraşırken, umumi taksi şoförü kocası pavyonda günün hasılatını konsomatrislerle yemekle meşguldü ki o ayrı bir öykü konusu.


Aslına bakarsanız insanlar kıskanmakta biraz olsun haklıydılar, çünkü Latife’ye güzel derseniz ona hakaret etmiş olurdunuz, Latife sanki yaratanın ufak bir damlalıkla dünyaya damlatarak lütuf ettiği cennet ışığı gibiydi. İnce bilekleri, düz uzun bacakları, yarı beline uzanan parlak saçları, yüzünün keskin hatları, kaşları, gözlerinin konumlanması her ufak ayrıntısıyla kusursuzdu. Ayrıca mahallede ki diğer kızlar daha geceleri komşu evindeki arkadaşlarına çay içmeye gidemezken, Latife sabaha kadar Kordon boyunda yeni edindiği arkadaşları ile rakı kadehini tokuşturur, sanat üstüne sohbetlerde bulunur ve dilediğince giyinirdi. Bazı gün günün ilk ışıklarında eve dönen Latife’yi yolda gören bakkal hacı uzunca sakalını sıvazlar, dükkan kepenklerini kaldıran eski pehlivan terzi elini apış arasına götürerek çok övündüğü uzvunu sağa sola çekiştirir, mahallenin bıyıkları yeni terlemiş kuran kursuna giden günahsız ergen oğlan çocuklarının oracıkta gusül abdesti bozulurdu. Tövbeler olsun ama hoca efendi bir grup cünüp ile eşşedülerini çekerdi.


Orhan’da işte bu kafasında takkeli, uyanamadığı günler annesi tarafından oklava ile dövülerek kaldırılan yeni ergenlerden biriydi. Orhan, hatırı sayılır bir zamandır kendinden belki on üç, on dört yaş büyük olan Latife’ye yanıktı. Öyle çok severdi ki Latife’yi camide hoca efendimizi en hüzünlü ilahilerini sesi güzel olan öğrencileri ile okurken, nameler yarasını deşer göz yaşlarına hakim olamaz, “la ilahe illallah” diye bağırarak yaşlar yanaklarından süzülerek yerden yere atardı kendini. Herkes bunu çocuğun yaratanına olan sonsuz sevgisi olarak yorumlar, el kadar ergene büyük hürmet gösterirlerdi. Orhan’da etrafının korkusundan sıkıntısını kimseye diyemez içine attıkça atar, daha şuncağız yaşında yetmişlik dedeler kadar yorgun bir ruh taşırdı içinde. Orhan’ın ilahi aşkı ahali arasında hızla yayılmıştı. Allahın sevgili kulu olan bu çocuğun okuyup üflemesi için sakat çocuklarını kapan, hiç çocuğu olmayan, sevdiğine kavuşamayan, üç harfli çarpanı, büyü bozmaya geleni evlerinin önünde sırf bizim ki bir okusun üflesin diye yalvar yakar, feryat figan içinde el pençe divan dururlardı. Orhan’da hayır dualarını alırda rabbi ona bir gün Latife’yi bağışlar ümidiyle gelenleri kırmaz elif, be, te, se, cim, ha, hıl, dal, zel ne gelirse ağzına okurdu.


Mahallelinin Mösyö Huni diye arkasından dalga geçtikleri Latife’nin babasını en çok rahatsız eden şey, evinin önünde top oynayan piçlerin şımarık bağırışlarıydı. Olmayan kafası bu sesleri kaldıramaz, koşar banyoya bir kova suyu kaptığı gibi al aşağı ederdi denk getirebildiğinin kafasına. Çocuklarda konuştuğu dilden hiçbir şey anlamadıkları bu adamın ecnebice homurdanmalarını çok komik buldukları için her gün bıkmadan kapısının ziline basıp kaçar, hiç olmadı penceresine ufak taşlar atarlardı. Zaten Latife’den zerre hoşnut olmayan mahalleli kadınlar kızı yakaladıkları her fırsatta babasını şikayet eder, polis çağırmakla tehdit ederlerdi. Latife kibarlıkla onları her defasında sabır taşlarını kıskandıracak asaletle dinler, özür diler ve tüm asaleti ile uzaklaşırdı.


Sıcakların kafalarda boza pişirdiği bir gün sinirden kuduran Mösyö Huni evden, adeta yaydan fırlamış bir ok gibi fırlayarak çocuklardan birini yakalamış bir güzel dövüyordu. O sırada eve dönmekte olan Latife babasına engel olayım derken hafif itekleyince, babası dengesini kaybetmişti ve ardından düşerek, kafasını kaldırım kenarına çarpınca gerçek anlamda bir bitkiye dönüşmüştü. Bugünden sonra ne mahalleli Mösyö Huni’yi bir daha gördü, ne de Mösyö Huni dünyayı, onun acınası hikayesi yoğun bakım döşeklerinde son buldu. Olayın etkisinden kurtulamayan Latife ise geceleri terler ve çığlıklar içinde uyanmaya başladı. Bazı gün evin önüne oturur saatlerce ağlar sonra hiçbir şey olmamış gibi içeriyi girip kapıyı mıh gibi kilitleyip ardından zinciri gererdi. Az çok münasebeti olan mahalleli kızın bu halini gördükçe üzülüyordu. Latife onların için artık hafif kadın değildi çünkü Latife’nin içine üç harfliler kaçmıştı. Böylece karar verdiler kendi aralarında bir gün Orhan’ı eve getirip Latife’yi okutmak için. Tabi Orhan bunu seve seve kabul etmiş, en güzel kokularından sürünüp, saçlarını geriye inek yalamış gibi tarayarak kızın kapısına dayanmıştı.


O gün artık Latife babasının kızı olduğunu kanıtlarcasına bir güzel delirmiş, pencerenin karşısına oturup ağlanıp dövünerek, oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Orhan kendilerini bu ecinliyle baş başa bırakmaları gerektiğini söyledi, maazallah üç harfliyi kızdan çıkarttığında etrafta başkası olursa mahlukat ona musallat olabilirdi sonra. Yalnız kaldıklarına emin olduktan sonra Orhan Latife’ye yavaşça yanaştı ama sonra heyecanına hakim olamayarak kızın üzerindeki askılı bluzu sıyırıp göğsünün tekini avuçlayarak, dudaklarına yapışmaya çalıştı. Kız şaşkınlıkla öyle bir çığlık attı ki yan odadan koşup gelenler rezilliği görünce yazıklar olsun nidaları eşliğinde yaka paça küçük sapığı evden attılar.


Böylece Orhan’ın Allah aşkının ardında yatanları herkes öğrenmiş oldu. Babası bu olayın ardından Orhan’ı sebze halinde hamalların yanına verdi. Orhan burada hem içkiye alıştı, hem dinsizin önde gideni oldu. Aradan yıllar geçip palazlandığında ise kendini Kordon boyunda boş şişeleri toplayan bir evsiz olarak bulduğu gün anca söndü Latife’ye olan aşkı. Pis, yırtık pırtık kabanının içinden çıkardığı şarap şişesinin akşamdan kalma dibini kafasına dikti ve boş şişeyi denize fırlattı sabah ezanı okunurken.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Güveç


Orta direk evimizi zorla geçindiren ailem, akşam pazarından en ucuz salatalıkları almaya gönderirdi beni hep. Bozulmaya selam duran salatalıkları turşu yapmaktan başka çaremiz olmadığı için, sıvayıp kollarımı basardım onları sirkeli suya. Turşu kokusu sinmiş ellerimi ne kadar yıkarsam yıkayayım, ellerim bir türlü vedalaşamaz, mahallenin üst gelirli sakinleri turşu kokulu çocuk diye arkamdan dalga geçerlerdi. Bu yüzden sonradan kentli mahallemizin çocukları beni aralarına almazlardı. Yalnızlığım yüzünden o yıllarda en yakın arkadaşım üst komşumuz Tekel emeklisi olan Bahri amcanın kapının önüne düzenli olarak attığı eski jurnallerdi.


Bana en az mars kadar uzak olan dış dünyayı Bahri amcanın artıklarından öğrenmeye çalışır, geceleri yatağa yattığımda yorganın altında, kendimi çeşitli hayallerin başrol oyuncusu ilan ederdim. Sanat Güneşimiz bu yılbaşı TRT ekranlarında, Bülent Ersoy Maksim gazinosunda sahne aldı, Hülya Avşar ile Tanju’nun sansasyonel aşkı… Şişman gözlüklü Turgut amcaya ise herkes beyaz yakalıların sendikal haklarını ellerinden aldığı için sinirliydi. Sendikanın ne olduğundan dahi haberim olmayan o yaşlarda, bu tombul şirin görünümlü amca için neden hep kötü şeyler yazdıklarını bir türlü anlamazdım. Zaman içinde okumaya olan düşkünlüğümü fark eden Bahri amca bir gün beni evine davet etti. Eşinin yaptığı elmalı, pudra şekerli kurabiyeleri büyük bir açlıkla mideme indirirken, bana sürekli okulum ve hayallerim hakkında sorular soruyordu. Bir ara gözden kaybolup arka odadan elinde eski bir pikap çalar ile geldiğinde artık iyiden iyiye doymuştum. Hayranlıkla aleti açışını izledim ve çalan müzik içimi titretti, bizim orta direk evimizde böylesi bir lüks görülmemişti. Hiç konuşmadan birlikte Fikret Kızılok’un yasaklanmış bir kırkbeşliğini dinledik. O gün beni kapıdan uğurlarken elime tutuşturduğu kahverengi ahşap müzisyen figürünü halen taşırım.


Sokak kenarında diğer çocuklardan uzak kaldırım kenarında otururken amca oğullarından kalan ağları yıpranmış kadife pantolonumun paçaları neredeyse diz kapak altıma kadar çıkar, ben bunu hiç umursamadan saatlerce cebimden bu müzisyen figürünü çıkartır kendimi onun yerine koyardım. Balkondan beni izleyen Bahri amca vilayet kütüphanesinden benim için Bremen Mızıkacıları’nı almıştı ve sanırım o kitabı en az on defa okumuştum. Hayallerimde ki mandolini almak için bir iki yıl sonra ailemden gizli saklı, sahil kenarındaki Mardin’li ailenin çocukları ile arkadaş olup birlikte midye işine girmiştim. Okuldan çıktıktan sonra koşarak yanlarına gider, bir tepsi midyeyi akşam ezanına kadar satmak için kan ter içinde koşuşturur, eve döndüğümde ise paraları o yılların en büyük mucizevi icadı olan İsveç çakısı ile pamuk yatağımda gizlice kestiğim yere sokuşturup günleri sayardım.


Artık param yeterli miktarda biriktikçe belediye otobüsüyle Kemeraltı’na geçip, müzik aletleri satan dükkanın vitrinini izliyor, hangi mandolini alacağım konusunda karar vermeye çalışıyordum. Gele gide samimi olduğum dükkan sahibi bazen seçtiğim mandolinlerle bana şarkılar çalar, eğer çok keyifli gününde ise sıcak oralet ısmarlardı. Yine böyle bir günde oraletimi içerken, dükkan sahibinden öğrendiğime göre miras yedi babasının yolundan ilerleyen sahil kenarında konakları olan benimle aynı yaşlardaki Melike’ye önce gözüm, sonra kalbim, en sonunda içim çarptı. Bahri amcanın jurnalleri hakkımızda yazsaydılar üçüncü sayfadaki ağır ölümlü kazalar içinde en büyük puntolarla vururdu sanırım matbaa makinesi kağıda.


Melike’de benim gibi müziğe düşkündü ama daha çok Avrupa’da ki pek anlam veremediğim sanatçıları dinler, büyük batı hayranlığı beslerdi. En az benim kadar çok o da dükkana geldiği için zamanla aramızdaki münasebet arttı ve arkadaş olduk. Artık hayallerimi mandolin değil, Melike süslüyordu. Zaman ilerledikçe başka bir şey düşünemez oldum. Sanki Melike güneşti bende geri kalan bütün gezegenler, çok sesli koro gibi dönüp duruyorduk Melike’nin etrafında. Bir gün biriktirdiğim bütün paramla bit pazarındaki ağzında diş kalmamış bir adamdan gösterişli bir künye aldım. Bunu Melike’ye hediye edecek ve ona olan aşkımı anlatacaktım. Gerçi o yıllar pek meşhur olan Yeşilçam filmlerinde sıklıkla gördüğüm gibi, bizim gibi ayrı sınıflarda olan insanların arasında hep adı ağza alınmayacak hüzünler, çileler oluyordu ama ne olursa olsun şansımı denemeden rahat edemeyeceği iyiden iyiye anlamıştım.


O gün ve ondan sonraki üç ay boyunca Melike bir daha dükkana uğramadı. İçimde ki sıkıntı dayanılmaz ölçüye gelince dükkan ahalisinden konaklarının yerini öğrenip oraya kadar gittim. Meğer Melike’nin miras yedi babasının bütün malını kumar masasındaki adamlar yemiş ve daha bir o kadar borç takarak Almanya’ya kaçmışlar. “Bir daha buralara gelmez onlar oğlum, bu adamlar tekin değil dönerlerse ya paralarını alırlar yada canlarını” artık konağın tek sakini olan yaşlı bahçıvan.

Ben üzüntüm içinde sessiz çığlıklar atarak kıvranırken, babamda o sırada benim midye işinde olduğumu ve paraların nasıl heba olduğunu öğrenmiş beni eşek sudan gelene kadar dövmüştü. En sonunda pes ederek aldığım künyeyi verdim ve uzun bir süre sonra ailecek oturduğumuz sofrada, annem seyyar tüpün üstündeki güvecin içinden bana bir tabak dolusu soğanlı yahni doldurdu. Mor gözüm ve sağ yanı şiş dudağımla yemeğimi bitirip odama geçtim. Artık okuya okuya tombul Turgut’un bütün suçlarını anlamıştım ne o ne de bir başkası gözüme şirin görünüyordu bundan sonra.


Böylece Melike’yi, mandolini, müziği, Maksim gazinosunda ki sahneyi ailecek oturup yedik bir güvecin içinde, midenize otursun diye dişimi sıkarak söylendim. Kapattım gözlerimi.