Herkes onu Latife olarak tanıyordu. Latife aslen Fransız ana babaya sahip, yüksek öğrenimini tamamlamış doğma büyüme Fransız bir genç kızdı. Ancak talihsizlikler peşini bırakmamış, Latife’nin anacağızı kendinden beş yaş büyük zenginden hallice bir adamla kaçmış, babası da giden eşinin ardından zaten çok parlak olmayan aklı üstündeki kontrolünü hepten kaybetmişti. O sırada mektebin son yılını zorla tamamlamayı başaran Latife, babasının son kalan paraları da tükenince hepten beş parasız kalmıştı. Vaktiyle şanslı azınlıktan olup okumak için ecnebi diyarlara gelen samimi bir Türk arkadaşı ona Türkiye’ye taşınmasını teklif etmişti. Latife kıvrak zekalı bir kızdı, hızla Türkçeyi öğrenip mütercimlik yapabilir, hem de hava değişimi artık hepten bitki haline dönmüş dertli babasına bir nebze olsun iyi gelebilirdi.
Böylelikle taşındı Latife ve saksıda ki babası deniz kenarı kentine. Gerçi ne kadar deniz kenarı olsa da Latife’ler kentin denize en uzak mahallelerinden birinde oturma şansına erişebilmiş yegane şanslı beş parasızgiller arasına katılmayı başarmışlardı. Ecnebi kültürünü almış, okumuş bir kız olan Latife’nin alışkanlığından gelen rahatlığı ve giyimi hızla tepkileri üzerine çekmiş, mahallenin kötü kadını olup çıkıvermişti meydana. Evlerinin önüne taburelerini çeken sarkık memeli, bakımsız, koca göbekli koca karılar sürekli kızcağızın ardından çekiştirir, birbirinden edepsiz hikayelerin içinde adını geçirirlerdi. Hatta bir keresinde kıskançlığı ile yedi mahalle öteye ün salmış çatlak Müjgan, kocasından yadigar dört gürbüz oğlunu leğene sıçtırmış sonrada gidip bokları Latife’nin kapısına sürerek “orospu” diye yazmıştı. Tabi o gece vakti bunla uğraşırken, umumi taksi şoförü kocası pavyonda günün hasılatını konsomatrislerle yemekle meşguldü ki o ayrı bir öykü konusu.
Aslına bakarsanız insanlar kıskanmakta biraz olsun haklıydılar, çünkü Latife’ye güzel derseniz ona hakaret etmiş olurdunuz, Latife sanki yaratanın ufak bir damlalıkla dünyaya damlatarak lütuf ettiği cennet ışığı gibiydi. İnce bilekleri, düz uzun bacakları, yarı beline uzanan parlak saçları, yüzünün keskin hatları, kaşları, gözlerinin konumlanması her ufak ayrıntısıyla kusursuzdu. Ayrıca mahallede ki diğer kızlar daha geceleri komşu evindeki arkadaşlarına çay içmeye gidemezken, Latife sabaha kadar Kordon boyunda yeni edindiği arkadaşları ile rakı kadehini tokuşturur, sanat üstüne sohbetlerde bulunur ve dilediğince giyinirdi. Bazı gün günün ilk ışıklarında eve dönen Latife’yi yolda gören bakkal hacı uzunca sakalını sıvazlar, dükkan kepenklerini kaldıran eski pehlivan terzi elini apış arasına götürerek çok övündüğü uzvunu sağa sola çekiştirir, mahallenin bıyıkları yeni terlemiş kuran kursuna giden günahsız ergen oğlan çocuklarının oracıkta gusül abdesti bozulurdu. Tövbeler olsun ama hoca efendi bir grup cünüp ile eşşedülerini çekerdi.
Orhan’da işte bu kafasında takkeli, uyanamadığı günler annesi tarafından oklava ile dövülerek kaldırılan yeni ergenlerden biriydi. Orhan, hatırı sayılır bir zamandır kendinden belki on üç, on dört yaş büyük olan Latife’ye yanıktı. Öyle çok severdi ki Latife’yi camide hoca efendimizi en hüzünlü ilahilerini sesi güzel olan öğrencileri ile okurken, nameler yarasını deşer göz yaşlarına hakim olamaz, “la ilahe illallah” diye bağırarak yaşlar yanaklarından süzülerek yerden yere atardı kendini. Herkes bunu çocuğun yaratanına olan sonsuz sevgisi olarak yorumlar, el kadar ergene büyük hürmet gösterirlerdi. Orhan’da etrafının korkusundan sıkıntısını kimseye diyemez içine attıkça atar, daha şuncağız yaşında yetmişlik dedeler kadar yorgun bir ruh taşırdı içinde. Orhan’ın ilahi aşkı ahali arasında hızla yayılmıştı. Allahın sevgili kulu olan bu çocuğun okuyup üflemesi için sakat çocuklarını kapan, hiç çocuğu olmayan, sevdiğine kavuşamayan, üç harfli çarpanı, büyü bozmaya geleni evlerinin önünde sırf bizim ki bir okusun üflesin diye yalvar yakar, feryat figan içinde el pençe divan dururlardı. Orhan’da hayır dualarını alırda rabbi ona bir gün Latife’yi bağışlar ümidiyle gelenleri kırmaz elif, be, te, se, cim, ha, hıl, dal, zel ne gelirse ağzına okurdu.
Mahallelinin Mösyö Huni diye arkasından dalga geçtikleri Latife’nin babasını en çok rahatsız eden şey, evinin önünde top oynayan piçlerin şımarık bağırışlarıydı. Olmayan kafası bu sesleri kaldıramaz, koşar banyoya bir kova suyu kaptığı gibi al aşağı ederdi denk getirebildiğinin kafasına. Çocuklarda konuştuğu dilden hiçbir şey anlamadıkları bu adamın ecnebice homurdanmalarını çok komik buldukları için her gün bıkmadan kapısının ziline basıp kaçar, hiç olmadı penceresine ufak taşlar atarlardı. Zaten Latife’den zerre hoşnut olmayan mahalleli kadınlar kızı yakaladıkları her fırsatta babasını şikayet eder, polis çağırmakla tehdit ederlerdi. Latife kibarlıkla onları her defasında sabır taşlarını kıskandıracak asaletle dinler, özür diler ve tüm asaleti ile uzaklaşırdı.
Sıcakların kafalarda boza pişirdiği bir gün sinirden kuduran Mösyö Huni evden, adeta yaydan fırlamış bir ok gibi fırlayarak çocuklardan birini yakalamış bir güzel dövüyordu. O sırada eve dönmekte olan Latife babasına engel olayım derken hafif itekleyince, babası dengesini kaybetmişti ve ardından düşerek, kafasını kaldırım kenarına çarpınca gerçek anlamda bir bitkiye dönüşmüştü. Bugünden sonra ne mahalleli Mösyö Huni’yi bir daha gördü, ne de Mösyö Huni dünyayı, onun acınası hikayesi yoğun bakım döşeklerinde son buldu. Olayın etkisinden kurtulamayan Latife ise geceleri terler ve çığlıklar içinde uyanmaya başladı. Bazı gün evin önüne oturur saatlerce ağlar sonra hiçbir şey olmamış gibi içeriyi girip kapıyı mıh gibi kilitleyip ardından zinciri gererdi. Az çok münasebeti olan mahalleli kızın bu halini gördükçe üzülüyordu. Latife onların için artık hafif kadın değildi çünkü Latife’nin içine üç harfliler kaçmıştı. Böylece karar verdiler kendi aralarında bir gün Orhan’ı eve getirip Latife’yi okutmak için. Tabi Orhan bunu seve seve kabul etmiş, en güzel kokularından sürünüp, saçlarını geriye inek yalamış gibi tarayarak kızın kapısına dayanmıştı.
O gün artık Latife babasının kızı olduğunu kanıtlarcasına bir güzel delirmiş, pencerenin karşısına oturup ağlanıp dövünerek, oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Orhan kendilerini bu ecinliyle baş başa bırakmaları gerektiğini söyledi, maazallah üç harfliyi kızdan çıkarttığında etrafta başkası olursa mahlukat ona musallat olabilirdi sonra. Yalnız kaldıklarına emin olduktan sonra Orhan Latife’ye yavaşça yanaştı ama sonra heyecanına hakim olamayarak kızın üzerindeki askılı bluzu sıyırıp göğsünün tekini avuçlayarak, dudaklarına yapışmaya çalıştı. Kız şaşkınlıkla öyle bir çığlık attı ki yan odadan koşup gelenler rezilliği görünce yazıklar olsun nidaları eşliğinde yaka paça küçük sapığı evden attılar.
Böylece Orhan’ın Allah aşkının ardında yatanları herkes öğrenmiş oldu. Babası bu olayın ardından Orhan’ı sebze halinde hamalların yanına verdi. Orhan burada hem içkiye alıştı, hem dinsizin önde gideni oldu. Aradan yıllar geçip palazlandığında ise kendini Kordon boyunda boş şişeleri toplayan bir evsiz olarak bulduğu gün anca söndü Latife’ye olan aşkı. Pis, yırtık pırtık kabanının içinden çıkardığı şarap şişesinin akşamdan kalma dibini kafasına dikti ve boş şişeyi denize fırlattı sabah ezanı okunurken.